21 Eylül 2020 Pazartesi

 



KIŞA HAZIRLIK

Eli belinde, mutfağın ortasında öylece beklerken; kafasında yapılacak işleri sıralamaya başladı. Sepetteki domateslere kaydı bakışları. Domatesleri bozulmadan yıkamalı, soymalı ve doğramalıydı.  Şimdi bu domateslerden sos yapacaktı. Bahçeden toplanacak fasulyeler ve topraktan çıkaracağı patatesler de sıradaydı. Tüm bunlar gözün önünden geçerken, ağlayan bebeğinin sesiyle bölündü düşünceleri.  Bebeğini susturmak için kucakladı. Mutfakta, her zaman koyduğu köşeye bıraktı. Yanına birkaç tane tahta kaşık ve bir bakır tası da koyuverdi. Bebeği bir yandan uyanmaya çalışırken bir yanda da oynamaya başlamıştı. O da domatesleri yıkayıp, soymaya başladı.

Yorgundu. Sabahın beşinde kalkıp ineklere bakmış, sağdığı sütü kaynatmaya başlamıştı. İneklerinden sağdığı sütle peynir, yoğurt ve tereyağı yapardı. İhtiyacından fazlasını da ineği olmayan komşularına satardı. Bakkala olan borcu aklından geçerken inekleri olduğuna şükretti. Şu inekler de olmasa nasıl borcunu öderdi? Domatesleri hızlı hızlı doğrarken, tezgâhta duran eski kavanoz kapaklarına baktı. Yenilerini almak lazımdı. Yoksa yaptığı tüm konserveler bozulurdu.

Akşama kalmadan bebeğini sırtlanıp daha fasulyeleri de toplayacaktı. Fasulyeleri biraz yemeklik biraz turşuluk ayırıp haşlayacak ve dolaba atacaktı. Tüm bunları yaparken akşam eve gelip gelmeyeceği belli olmayan ama gelip de yemek bulamazsa, kavga çıkartacak kocasına yemek hazırlayacaktı.

Elindeki son domatesleri doğrarken mızırdanmaya başlayan bebeğine baktı. “Ah” dedi içinden. “Ne güzel bebek. Çocuğumu sevmeye bile zamanım yok. Sadece yedir, içir ve uyut. Artık o da alıştı bu yaşama. Önceleri gülücükler atardı. Şimdi ismini söyleyince bile, zor bakıyor insana.  Fırsat bulup ne oyun oynayabildim ne de güzel bir zaman geçirebildim yavrumla.”

Günlük hayatın koşturmacasında bakamadığı bebeği için bir “ah” çekti. Domatesleri kaynatmak için sobayı yakarken,  genç kızlığında kurduğu hayallere “ah” çekti. Evliliği hiç böyle düşünmemişti. Eve gelmesin diye dua ettiği kocasına “ah” çekti. Bir “ah” da özlediği halde görüşemediği ailesi için döküldü dudaklarından. Üzüldü, gözleri doldu ama ağlamadı. Daha balkondaki eriklerden komposto, erken eren elmalardan reçel yapılacaktı. 

Onun için güz hüzün değil, kışa hazırlık zamanıydı…


13 Eylül 2020 Pazar


MEYHANE

Meyhane, Emile Zola’nın okuduğum ilk kitabı. @karaktermeselesi için okumaya başladığım bu kitaptan, çok ümitli değildim aslında. Nedense sıkılacağımı düşünüyordum ama öyle olmadı.Üç gün içinde bitirebileceğim kadar akıcıydı. 

Kitap, pencerede kocasını bekleyen, gözü yaşlı Jervez ile başlıyor. Baba dayağından 14 yaşında Latier’e sığınan bir kız Jervez. Bu birliktelikten iki çocuğu da var üstelik.  Kocasını beklerken, Paris’te tek başına ne yapacağını düşünen haline üzülüyorsunuz. Kısaca roman, ilk sahneden içine alıyor sizi.

Kitabın genelinde, Jervez’in çocuklarıyla verdiği hayat mücadelesini okuyoruz. Yaşamını kurmak için verdiği çaba takdir edilesi.  Sonra düşünceleri yüzünden nasıl mahvolduğuna da birebir şahit oluyoruz.

Aslında okuyanların birçoğu ” içki” yüzünden kaybolan hayatlar diye yorumlamışlar. Bence karakterin sefilleşmesinin sebebi içki değil;  düşünceleri. Tabi ki içki de yoksullaşmasına neden oluyor ama fikirleri, bir daha toparlanmasına bile fırsat vermiyor. Okuyunca belki bana hak verirsiniz. İlk başlarda takdir ettiğimiz kadın, sayfalar ilerledikçe bizi sinirlendirmeye başlıyor. “Nasıl böyle düşünebilirler” diye hayretle takip ediyoruz.

Bir de öyle sahneleri var ki betimleri ve diyaloglarıyla gözünüzde canlanıyor. Mesela çamaşırhanede iki kadının kavga ettiği sahne, hala zihnimde dolaşıyor.

Henüz Emile Zola’yla tanışmadıysanız ve 1800’lü yılların Paris’ini bir nebze keşfetmek isterseniz bu kitabı da okuma listenize ekleyiniz efendim.


6 Eylül 2020 Pazar




 ÇOCUKLUK

İnsanın vatanı neresidir? Dikenli tellerle çevirdiğimiz toprağımız mı? Askerlerimizle koruduğumuz sınırlarımız mı? Bence asıl vatan “çocukluğumuzdur”.

Çocukluk; değişmemiş, el değmemiş,  masum düşüncelerin-eylemlerin merkezidir. Tüm duygularımızın bozulmadan en saf halini saklayan yerdir. Kaygılardan uzak sevinçlerin, ekili olduğu topraklardır. Dünya telaşına dalmadan, kainatı hayranlıkla izleyebildiğimiz yurdumuzdur. Her güne umutla uyanabildiğimiz, cesaretle tüm güzelliklerin tadına varabildiğimiz; evimiz…

Ve ben umuyorum ki; bedenimiz  yaşlansa da ruhumuz çocukluğumuza hep dokunabilsin. Dokunsun ki o hoş kokulu topraklardan ellerimize bulaşan ne varsa, bugünümüzü de güzelleştirsin…

28 Ağustos 2020 Cuma

 

KELİMELER SİHİRDİR

Kelimeler, ruhun ve düşüncelerin dışa vurumudur. Ruhta beliren olumlu olumsuz tüm duyguları sözcüklerle aktarırız. Zihnimizden yansıyanlar da dudaklarımızdan dökülüverirler. İşte bu yüzden; kelimelerin çok etkili olduğuna inanıyorum. Tıpkı Einstein ve Ghandi gibi.

Sizlere kelimelerin ne kadar etkili olduğuna dair çocukların üzerinden bir örnek vereyim. . Bildiğiniz gibi çocukları “yaramaz”, “inatçı”, “kavgacı” gibi olumsuz etiketlememek gerek. Çünkü sürekli çocuğa “Çok yaramaz. Bizi hiç dinlemez.” Denilince bir müddet sonra bu cümleler, çocuğun alışkanlığına dönüşüyor. Hatta büyüdükçe karakteri oluyor. Ayrıca kısır döngüye de giriyoruz. Yani yaramaz dedikçe yaramaz oluyor ve yaramazlık yaptıkça da söylenmeye devam ediyoruz.




İnsanlarla ilişkilerimize bakarsak da kelimelerin etkisi büyük.  Örneğin bir kişi hakkında sürekli kötü cümleler kurulan,  dedikodu yapılan ortamda bulunuyorsak;  zamanla o insana karşı önce düşüncelerimiz değişiyor. Sonra da davranışlarımız. Tam tersi durumda da,  güzel cümlelerle bahsettiğimiz kişilerle de ilişkimiz derinleşiyor. Bağımız kuvvetleniyor.

Peki sözcüklerin kendimize etkisi oluyor mu? Tabi ki. Kendimize sürekli verdiğimiz telkinlerin hayatımıza etkisi büyük. Mesela “Kendimi geliştirmeyi severim”  diye düşünüyor ve bunu dillendiriyorsak; önümüze açılan tüm kapıları çalmaya meyilli oluyoruz.  Kendimizi şanssız olarak atfediyorsak; en küçük tersliklerde bile dünya başımıza yıkılıyor. Muhtemelen yaşadıklarımız başkalarının da başına gelen şeyler. Fakat biz durumu kendimize özel kılıp, isyana bile sürükleniyoruz. Olumsuzluklarla başa çıkmak yerine, kendimize acımayı seçiyoruz.

Bir de Rabbin gönderdiği Kur’an var ki; o da harflerden, kelimelerden oluşuyor. Fıtratı bilip yaratan biliyor ki insan konuşmaya, anlamaya ve anlaşılmaya muhtaç.

Bu yüzden diyorum ki kelimeler sihirdir ve sihir dudaklarımızın ucundadır.  Sırf bu yüzden bin düşünüp, bir söylemek gerekir. Bunu başarabilmek ümidiyle…


 

2 Ağustos 2020 Pazar


NEDEN KIYMETLİLER?

“Bir kişi bizim için neden kıymetlidir ?“  Hiç düşündünüz mü? Bu sıralar benim aklıma bu soru çok geliyor.

 Ben kişilerin nezdimizdeki değerini arttıran şeyin “emek” olduğunu düşünüyorum. İnsanlara ne kadar çok emek veriyorsak o kadar kıymetli oluyorlar. 

Her ilişki ilmek ilmek örülüyor ve bir bebek gibi bakıma ihtiyaç duyuyor. Bu dostlukta da arkadaşlıkta da evlilikte de geçerli bence. Mesela bir evladın bu kadar değerli olmasının nedenini; doğum için çekilen fiziki acılardan, bölünen uykulardan ya da yarıda kesilen tatlı sohbetlerden olduğunu düşünüyorum. Bir dostu kıymetlendirense; yoğunda olsak dertleriyle dertlenmek ve ya sevinçlerini paylaşmak, kısıtlı zamanda bile fırsat oluşturup konuşup, görüşmek… Karşılıksız aşklar için bile harcana sayısız dakika, emektir bana göre.

Mina Urgan’ın “Bir Dinozorun Anıları” kitabında Bazen bir kaldırımdan karşı kaldırıma geçmeye üşendiği için, nice dostlar yitirdiğini söyler.Çok severim bu cümlesini. Bir de der ki “ Aşk ilişkilerinin çapraşık olduğu sanılır. Oysa bütün insan ilişkileri, aile ilişkileri, dostluk ilişkileri de aynı derece çapraşıktır. Dostlar birbirlerine özen göstermezlerse aşk gibi, kolayca yara alır.

Velhasılıkelam;  emek sıradan bir insanı ,o kişiyle kurduğumuz bağı ziyadeleştirir. Tanıdığı arkadaş, arkadaşı dost kılar. Bu sebeple her kim için çaba harcıyorsak; yanımıza can, derdimize derman olması dileğiyle….

 





26 Temmuz 2020 Pazar

YOĞUN VAKİTLERİN KIYMETİ

Bilmiyorum fark ettiniz mi? İnsan en yoğun olduğu dönemlerde, zamanı daha verimli kullanıyor. Daha çok dizi izleyip daha çok aylaklık ettiğiniz dönemlere şöyle bir bakın.  Genellikle o günler,  en verimsiz günleriniz olmuştur. Planladığınız bir çok şeyi yapmamış hatta düzenli yaptığınız eylemleri de askıya almışsınızdır.  İş, okul ve ev hayatınız ne kadar yoğun olursa zaman o kadar kıymetli hale geliyor. “Hiçbir şeye yapmaya zamanım yok” demeden işleri düzene koyabiliyorsunuz.

Katıldığım atölyelerde, bebekleri olduktan sonra yer alan çok fazla insan var. Annelerin bu kadar çok yazı yazmak istemelerini, bir hocamız “Bebekler, annelerinin uydurduğu masallardan hoşlandıkları için anneler de “Benim bebeğimin hoşuna gidiyorsa diğer çocukların da hoşuna gidecektir. O halde neden yazmayayım?”  düşüncesiyle başlıyorlar” diyerek açıklamıştı. Evet, bir sebep bu olabilir.

Benim gözlemlediğimse, bir çocuk insanın tüm vaktini dolduruyor. Bu yoğunluksa insanı, vaktini düzenli kullanmaya itiyor. Bu koşturmacada daha çok şeyi daha kısa zamana sığdırmaya başaran, planlı yaşamaya başlayan bir güruh ortaya çıkıyor.

Bizler de şu tatil döneminde, kendimize bir alan açabilir ve aklımızdaki fikirlerin hayat bulması için çabalayabiliriz. Bu sebeple herkese,  güzel işlerle dolu yoğun bir hayat diliyorum J

 

 

 


23 Temmuz 2020 Perşembe

GİDERKEN BANA BİR ŞEYLER SÖYLE

"İnsanların yolu iki şeye, aşka ve ölüme mutlaka düşer” yazıyor arka kapakta. Okuduğunuz anda düşünmeye başlıyorsunuz ve bu tüm kitap boyunca da devam ediyor.

 Kitap boyunca bir de soru soruyor Mustafa Ulusoy. İnsanın içinde kalan, düşündüren ve cevap bekleyen bir soru. “Ben hiç var olmasaydım bu dünyada, ne değişirdi?” Bu soru kitapta ölmek üzere olan bir kızın ağzından dökülüyor ve kitap boyunca size eşlik ediyor. Kitabın sonunda Dr. Mavi ve Beyaz ile birlikte sorunun cevabına da ulaşıyorsunuz.

“İnsanın temel acıları üçlemesi” adı altında bir serinin ikinci kitabı. Serinin ilk kitabı “Aynalar Koridorunda Aşk”. Tahmin ettiğiniz gibi aşk acılarını konu alıyor. İkinci kitabı “Giderken Bana Bir Şeyler Söyle” ise ölümü anlatıyor. 

Psikolog olan yazarımız acıları hastaların dilinden aktarıyor bizlere. Her hasta bir renk ile isimlendirilmiş. Doktor Mavi, hastalar kahverengi, yeşil ve diğerleri. Bu isimlendirme bile çok dikkat çekici.  

Bu yüzden özellikle sevdiklerini kaybedenlere, kaybetme korkusu ve kaygı bozukluğu yaşayanlara bu kitabı tavsiye ederim. Okudukça insanın acılarına, kaygılarına ve korkularına bir merhem oluyor adeta. Kitabı kapattığınızda ölüm size eskisi kadar ürkütücü gelmiyor. Sıkı sıkıya bağlandığınız hayatınız için endişeleriniz yavaşça kayboluyor ve rahatlıyorsunuz.

Yolumuz mutlaka ölüme düştüğüne göre, bu kitaba bir göz atın bence :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...